Bir toplum kendini her zaman yüksek sesle anlatmaz.
Bazen susarak anlatır.
Bazen dolanarak.
Bazen de kelimelere tutunarak.
Türk Dil Kurumu’nun 2025 yılının son günlerinde kamuoyuna sunduğu ve “yılı karşılayan kelime/kavram” etrafında şekillenen bu anket, ilk bakışta sade bir dil çalışması gibi görünebilir. Oysa bu anket, bir tercihten çok daha fazlasını ifşa etmektedir: Bir dönemin zihinsel iklimini, insanın kendisiyle, toplumla ve hayatla kurduğu ilişkinin niteliğini ortaya çıkan kelimeler – vicdan, merhamet, körlük, çoraklık, tek tipleşme – bir yılı anlatmaktan çok, bir yorgunluğu işaret etmektedir. Bu kelimeler ne tesadüftür ne de geçicidir. Bunlar, bir toplumun kendini tarif etmek için ihtiyaç duyduğu kelimelerdir. Ve bu ihtiyaç, üzerinde durulmayı hak eder.
Burada mesele, hangi kelimenin seçildiği değildir.
Asıl mesele şudur:
Bir toplum, neden kendini bu kelimelerle düşünmeye başlamıştır?
Bu soru yalnızca topluma değil, doğrudan hukukçulara ve entelektüellere de yöneliktir.
Hukukun içinden bakmak yetmediğinde
Bir avukat olarak bana düşündürdükleri, tam da bu noktada başlıyor. Çünkü hukuk, ne kadar güçlü bir disiplin olursa olsun, hayatın tamamı değildir.
Hukuk; hayatla kurulan adaletli ilişkinin aracıdır.
Ama hayat, hukuktan büyüktür.
Hayat; dereleriyle, akarsularıyla, denizleriyle, gökyüzüyle, ormanlarıyla, insanlarıyla bir bütündür. Hukuk bu bütünün içindedir. Ama bu bütünü kuşatamaz.
Biz hukukçular, bazen farkında olmadan hukukun içine fazlaca kapanıyoruz. Maddeler, içtihatlar, kavramlar arasında dolaşırken hayatın kendisini gözden kaçırabiliyoruz. Oysa insan yalnızca hukuki bir özne değildir. İnsan; yorulan, korkan, alışan, kabullenen, vazgeçen, umut eden bir varlıktır. Doğanın içindedir. Zamanın içindedir. Kültürün içindedir.
Bu yüzden bugün yalnızca üç boyutlu bakmak yetmiyor.
Bazen dört boyut da yetmiyor.
Zamanı, mekânı, kültürü, vicdanı, doğayı, toplumu ve insanın iç dünyasını aynı anda düşünebilmek gerekiyor.
Bazen meseleye yedi–sekiz boyutlu bakmak zorunda kalıyoruz.
Bu, hukuku zayıflatmaz.
Tam tersine, hukuku insanileştirir.
Vicdan: Hissedilen mi, taşınan mı?
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, insanın iç dünyasını tarif ederken vicdanı bir duygu hâli olarak değil, insanı dönüştüren bir iç hareket olarak görür. Mesnevî’de söylediği şu cümle, bugün hâlâ yerini korumaktadır:
“Söz, gönülden çıkarsa gönle girer; dilden çıkarsa kulağı geçmez.”
Bugün söz çoktur. Tepki boldur. Yorum boldur. Ama gönülden çıkan söz azalmıştır.
Dijital çağ, insanı sürekli tanık hâline getirmiştir. Haksızlık görülür, adaletsizlik fark edilir, acı izlenir. Ancak bu tanıklık çoğu zaman sorumluluk üretmez. Vicdan hissedilir; ama taşınmaz. İfade edilir; ama yük alınmaz.
Bu bir ahlaksızlık tablosu değildir.
Bu, vicdanın yorulmuş hâlidir.
Mevlânâ’nın bir başka uyarısı bu hâli tamamlar:
“Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok;
nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.”
Bugün de vicdan dili yaygındır; fakat vicdanın içeriği incelmiştir. Bu, insanın kötülüğü seçmesinden değil; ağırlığı tek başına taşıyamamasından kaynaklanır.
Merhamet: Üzülmek mi, yük almak mı?
Yunus Emre, merhameti romantik bir duygu olarak değil, ahlaki bir yükümlülük olarak ele alır. En çok bilinen dizesi bu yüzden sıkça eksik anlaşılır:
“Yaratılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü.”
Bu söz, edilgen bir hoşgörü çağrısı değildir. Yunus’un dünyasında “hoş görmek”, başkasının yükünü görmezden gelmek değil; o yükle ilişki kurmaktır. Merhamet, Yunus’ta duygu değil; eylemdir.
Bunu şu dizelerinde açıkça görürüz:
“Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için;
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.”
Gönül yapmak, yalnızca üzülmek değildir. Gönül yapmak; süreklilik, emek ve bazen bedel ister. Bugün karşı karşıya olduğumuz şey merhametsizlik değil; eylemsiz merhamettir. İyi niyet vardır; fakat yapı yoktur. Duyarlılık vardır; fakat süreklilik yoktur.
Yalnız bırakılan merhamet, önce incelir; sonra tükenir.
Akıl, vicdan ve sorumluluk: Abay’ın aynası
Orta Asya düşünce geleneğinde Abay Kunanbayev’in Kara Sözler’i, bu meseleye sert ama dürüst bir yerden bakar. Abay, insanı avutmaz; uyarır.
Şu cümle, bugün “çoraklık” ve “tek tipleşme” diye tarif ettiğimiz hâli yüzyıl öncesinden işaret eder:
“İnsan, aklıyla büyür;
Aklını kullanmıyorsa kalabalık içinde yalnızdır.”
Kalabalıklar artmış, iletişim hızlanmış; fakat düşünme derinliği azalmıştır. İnsanlar aynı kelimeleri tekrar etmekte, aynı tepkilere savrulmaktadır. Abay’a göre bunun nedeni cehalet değil; düşünmekten kaçmaktır.
Merhamet konusunda da nettir:
“Başkası için üzülmek kolaydır; onun yükünü taşımak zordur.”
Bu cümle, modern dünyanın en dürüst teşhislerinden biridir. Taşımaktan kaçan insan, bir süre sonra üzülmekten de vazgeçer. “Vicdanî körlük” dediğimiz hâl, çoğu zaman kötülükten değil; ruhun yorgunluğundan doğar.
Çoraklık: Anlamın sessiz çekilişi
Bugün hissedilen çoraklık yalnızca ekonomik ya da çevresel değildir. Bu, insanın anlamla kurduğu ilişkinin zayıflamasıdır. Bilgi vardır; ama hikmet azdır. Hız vardır; ama yön kaybolmuştur.
Anlam üretmeyen toplumlar, birlikte kalmakta zorlanır. Çünkü anlam, ortak yaşamın görünmez harcıdır. Anlam çekildiğinde güven azalır, ilişkiler yüzeyselleşir, tek tipleşme artar.
Bu noktada durup kendimize de şu soruyu sormak gerekir:
Biz hukukçular, gerçekten neyi onarmaya çalışıyoruz?
Bir uyuşmazlığı mı,
bir ilişkiyi mi,
yoksa sadece bir dosyayı mı?
Çünkü bazen hukuk, kendi tekniğine fazlasıyla güvenerek insanın hikâyesini arka plana iter. Oysa her dosyanın arkasında bir hayat, her ihtilafın içinde bir kırılma, her adalet talebinin temelinde bir anlam arayışı vardır. Hukuk, bu arayışı görmediğinde işlevini yitirmez belki; ama ruhunu kaybeder.
Bu nedenle hukukçular için asıl mesele, yalnızca doğruyu bulmak değil; doğruyu hayatın neresinde durduğunu bilerek kurabilmektir. Aksi hâlde hukuk, çoraklaşan bir dünyada yeşertmek yerine, kuruluğu tescil eden bir dile dönüşür.
Hayat, doğa ve adalet ilişkisi
Hayata genişten bakma zorunluluğu, yalnızca felsefî bir tercih değildir; aynı zamanda mesleki bir gerekliliktir. Çünkü insan, doğadan kopuk değildir. Suya bakmadan susuzluğu, gökyüzüne bakmadan umudu, ormana bakmadan birlikte yaşamayı anlayamayız.
Adalet de böyledir.
Adalet, yalnızca normatif bir denge değil; hayatın akışıyla uyum meselesidir. Nehirlerin yatağını zorladığınızda taşkın olur; toplumu da kendi doğal adalet duygusundan kopardığınızda gerilim doğar. Hukukun görevi, bu akışı zorlamak değil; dengeyi korumaktır.
Bu yüzden hukukçuların evrensel meselelere bakışı, yalnızca metin merkezli değil; hayat merkezli olmak zorundadır. Doğayı, toplumu, kültürü ve insanın kırılganlığını birlikte düşünmeyen bir hukuk dili, uzun vadede adaleti taşıyamaz
Hukuk: Vicdanın yalnız kalmaması için
Bu noktada mesele bireysel ahlak çağrılarıyla çözülemez. Çünkü Mevlânâ’nın gönlü, Yunus’un merhameti, Abay’ın aklı; tek başına bırakıldığında yorulur. İşte hukuk burada devreye girer.
Hukuk, vicdanın kamusal hayattaki karşılığıdır. Vicdanın taşıyamadığı yükü kurumsal olarak paylaşma imkânıdır. Ancak hukukun yalnızca kural diliyle konuştuğu yerde bu bağ zayıflar.
Arabuluculuk, hukukun insanla yeniden temas ettiği alandır. Konuşmayı mümkün kılar, anlamayı teşvik eder, çatışmayı bastırmak yerine çözmeye çalışır. Bu yönüyle arabuluculuk; Mevlânâ’nın gönlünü, Yunus’un merhametini, Abay’ın sorumluluğunu çağdaş hukuk zemininde buluşturur.
Türk dünyasında bu yaklaşımın kurumsal karşılığı, Türk Dünyası Arabulucular Birliği gibi yapılardır. Uluslararası hukuk ise bu dilin sınırları aşan boyutudur.
Aynaya bakmak ve cevap vermek
Türk Dil Kurumu’nun yaptığı şey yalnızca kelime sordurmak değildir. Bu, bir ayna tutmaktır. Ve ayna tutulduysa, yalnızca bakmak yetmez; cevap vermek gerekir.
Bu metin, o cevabın bir parçasıdır.
Bir hukukçunun, bir insanın, bir entelektüelin şunu söyleme çabasıdır:
Hukuku seviyoruz; ama hayattan koparmadan.
Adaleti savunuyoruz; ama vicdanı yalnız bırakmadan.
Düşünüyoruz; ama insanı unutmadan.
Belki de bugün yapılması gereken şey, daha fazla konuşmak değil; daha genişten bakmaktır.
Ve belki de asıl görevimiz budur.
Belki de bu yüzden, bugün bize düşen görev yalnızca savunmak, karar vermek ya da çözmek değildir.
Bize düşen görev, yeniden bakmaktır.
Hayata,
insana,
hukuka,
ve kendimize…
Türk Dil Kurumu’nun tuttuğu bu ayna, bir uyarıdan çok bir davettir.
Bu davete verilecek cevap ise, kelimelerden önce bakışımızda gizlidir.